Depresyon ve Öfke

 

(Engin Geçtan’nın “Zamane” kitabının “Depresyon ve Sıkışmışlık Kızgınlıklar” bölümünden alıntılanmıştır.)

Dünya Sağlık Örgütü, depresyonun kalp hastalıklarından sonra dünyadaki en yaygın ikinci sağlık sorunu olduğunu açıklamakta. Ancak, çok sayıda insan depresyon yaşamakta olduğunun farkında değil. Çünkü biyolojik kökenli esas depresyonlar dışında, psikolojik temelde oluşan orta ölçekli depresyon çok farklı şekillerde ve derecelerde tezahür   edebiliyor. Depresyonun dinamiklerinde dışa vurulamayan sıkışmış kızgınlığın kişinin kendine çevrilmesi bulunur. Sıkışmış kızgınlığın temel nedeni yaşamazlıktır. İyi yaşamakta olduğuna kendini inandırmış olan biri, yaşamını biçimsel etkinliklerle dolduruyor ve ilişkisizliğini bu şekilde ödünlüyorsa, oluşan vakumun depresyon yoluyla ifade bulması kaçınılmaz oluyor. Depresyonun değişmez belirtisi karamsarlıktır. Yalnızca bunu göz önünde bulundurduğumuzda, depresyon olgusunun toplumumuzda ne denli yaygın olduğu anlaşılabilir. Kaldı ki, son yıllarda ülkemizde giderek artan sayıda insanın dünyadaki yerini ve kendi yörüngesini kavrayamaz hale gelmiş olmasının, durumu geçmiş tekinden de yaygın hale getirmiş olduğunu düşünüyorum. Bu konuda somut bilgi sahibi olmasam da izlenimlerim var. Azımsanmayacak sayıda insanın sürüklenircesine yaşadığı oldukça açık.

Depresyon Yaşayan İnsan

Depresif insan depresyonu aracılığı ile de bu bilinçaltı kızgınlığı dolaylı olarak çevresine yansıtır. Kültürümüzde oldukça yaygın olan kahırseverliği örnek alırsak, bu durum aslında birbiriyle ilintili çeşitli öğeleri birlikte barındırır. Olumsuzluğu çevresine bulaştırma eğilimi pasif-saldırgan bir davranıştır ve insanın kendi sorumluluğundan kaçınması açısından etkili bir uyuşturucudur. Depresif insan bardağın boş yarısını algılama eğilimindedir. Bazıları çevresine sessizce kasvet yayar, kimi ise hiçbir şeyden memnun olmaz, kusur arar, arayınca da bulur, neredeyse sürekli eleştireldir..

Bazı insanlar sıkışan kızgınlıklarını denetleyebilmek için, bilinçdışı bir mekanizma aracılığıyla, dış dünyayla ilişkilerinde bunların tam karşıtı tutumlar geliştirirler. Bilinçli dünyalarında sevecen davranışlar sergileyip gerçekten de öyle olduklarına inanırlar. Bazen bu kırılması güç bir mekanizmadır, melek olduğuna inanmış bir insanın aslında hiç de öyle olmadığını kabullenmesinin zorluğundan ötürü. İnsan kızgınlıklarını küllemek ve kendini   iyi biri olarak niteleyebilmek için kendinden bir şeyler verdikçe daha çok kızar, kızgınlığı arttıkça daha çok verir ve bu hal, katılığı giderek artan bir kısırdöngü olarak sürer gider. Giderdi demek belki daha doğru olabilir, çünkü geçmişte insanlar böylesi mekanizmalarla, kendilerine yabancı yaşama pahasına ömürlerini sonlandırırlardı.   Günümüzde bu,   artık yaşam boyu sürdürülebilecek  bir şey olamayabilir.

Bence, insanların bize siyah görünen yanlarına direnip beyaz yanlarıyla ilişki kurabilmenin mümkün olup olamayacağı, bizim kendi dünyamızla doğrudan ilintilidir. Çünkü bize ikiyüzlü görünen davranışlarla baş edebilmek  için kendi kızgınlık dağarımızın da hafiflemiş olması gerekiyor. Bilinçaltında birikmiş düşmanca eğilimlerimizi yönetebilmek bir sanat ve zor bir sanat. Ancak klinik deneyimlerim bana, yeni kızgınlıklar biriktirmemeyi önemli ölçüde becerebildiğimizde, geçmişten kalan kızgınlıklarımızın etkisinin de soluklaşabileceğini gösterdi. Tabii, ağır travmaların silinmesi zor izleri dışındakiler. Kızgınlık biriktirmemenin yollan alanımızı korumak ve tanımlamaktan geçer. Alanımızı koruyamamış ve yeterince tanımlayamamışsak, bunu telafi etme çabalarımız bazen hoyrat tepkiler vermemize neden olabilir ama olmayabilir de. Genellikle bu tepkiler giderek yumuşar, hatta zamanla estetik formlar alabilir. Bu yumuşama daha az korkmaya başladığımız anlamına gelir. Zaten asıl korktuğumuz, kızgınlığımızın denetimden çıkmasıyla insanların onayını kaybedeceğimize inanmış olmamızdır. Psikoterapinin bu konuda katkısının önemli   olduğuna inanıyorum. Çünkü insanlar denemekten çekindikleri tepkileri, terapistle kurdukları ittifaktan aldıkları destekle çoğu zaman gerçekleştirebiliyorlar. İnsanlardan korkarken, yani bilinçaltımızda onlara yönelik hak ettikleri ya da etmedikleri kızgınlıkları farkına vararak ya da varmayarak yaşarken onları nasıl sevebiliriz? İnsanları onları hissedebildiğimiz oranda sevebiliriz, tabii eğer kendimizi   hissediyor ve hissettirebiliyorsak. Toplumumuzda anlamak ve hissetmenin sıklıkla karıştırıldığını düşünüyorum. Hissetmek duygusal ve sezgisel düzeyde yaşanır, anlamak daha çok düşünce düzeyinde kalır. Kendini sevdirebilmek kolaydır, ama aslolan sevebilmek. Bazılarımız sevilme uğruna sevmeyi gözden çıkarabiliyorlar.

Biri bize olumsuz bir davranışta bulunduğunda duygusal dünyamızda inciniriz, ama kültürümüzde incindiğini kabul etmek küçük düşürücü bir durum olarak değerlendirildiğinden, incitilmiş olma duygusu bastırılır ve yüzeyde yaşanan şey kızgınlık ve yargılama olur, çoğu zaman alınganlık görünümünde.   Küsmeyi seven bir toplumuz. Her vesileyle küsmeyi huy haline getirmiş insanlarımız bile var. Oysa küsmek yoğun bir ilişki sürdürme biçimidir. Çoğu zaman, küsülen insan dost kabul edilenlerden daha sık hatırlanır. Biri bizi incittiğinde tepkimiz kızgınlık ve yargılama olursa, karşımızdaki insan bize ne yaşattığını anlayamaz ve kızgınlık tepkimize karşı kendini savunmaya geçerek vicdanından kurtulmuş olur. Onu yargılamadan incindiğimizi ona hissettirebildiğimizde ise vicdanıyla yüzleşme olasılığı artar. Bunu da yapamıyorsa, o kişinin hayatımızdaki yerini yeniden gözden geçirmekte yarar olabilir. Başkalarını yargılamaktan arınmanın yolu, kendimizi yargılamaktan arınabilmekten geçer. Kendimizi yargılamak ise iç dünyamızda olanlara yabancı kalmamızın başlıca nedenlerinden biridir.

Meraklılık toplumumuzda oldukça yaygın ve kendine özgü psikodinamikleri var. Gençlik yıllarımda bir tren yolculuğu yapmam gerekmişti. Yerimi bulduğumda kompartmandaki kişiler benden önce gelip yerlerini almışlardı. Küçük çantamı yerleştirip koridora çıktım. Kompartmandaki kadınlı erkekli kişiler konuşuyorlardı, arada bir konuştukları kulağıma çalınıyordu. Birbirleri hakkında bilgi edinmekle meşguldüler. Böyle bir bilgi alışverişi ken- di dünyama yabancı olmakla birlikte yine de ne olup bittiğini kavrayacak bir yaştaydım. Dolayısıyla, konuşmalar ilerledikçe, diğe leri kendilerine göre üstte mi altta mı değerlendirilmelerinin yapılmakta olduğunu anlayabilmiştim.   Eşitleri yoktu, sadece alttakiler ve üsttekiler şeklinde bir değerlendirmeydi bu.   Soruşturmalar bitip kompartmana sessizlik hâkim olunca içeri girip yerime oturdum, üzerimde beş çift göz. Onlarla göz temasından kaçınarak kitabımı açıp okumaya başladım ya da belki okur gibi yaptım. Bana soru sormadılar ya da soramadılar. Ya onlardan genç olduğum için, ya onlara iyi gelmeyen bir koku yaydığımdan ya da oturum zaten kapanmış olduğundan, bilemiyorum. Zaten yolculuğun geri kalanında da pek konuşan olmadı. Gerekli bilgiler edinilip notlar veril- mişti, önemli olan da buydu, ilişki değil. Dünya içindeki yerlerini birbirlerine göre saptamışlardı, belki biraz da düşmanca amaçlarla. Kendi hayatlarına kendilerini kaptırmış yaşayan insanlar başkalarının hayatını bu kadar merak ederler mi ki? Lao Tse’nin dediği gibi: “Başkalarını bilen bilgi edinir, kendini bilen aydınlanır.”

Hepimiz büyürken, bazen iyi niyetle de olsa yargılanıyoruz, değerlendirmelere konu oluyoruz. Sonunda “benim şeyim” doğrultusunda, çoğumuz kendimizi başkalarının değerlendirmelerine göre algılama eğilimine giriyoruz ki bu da “şey” olduğumuzu kabullenme anlamına geliyor. Bence önemli olan, bize göre hayatımızda kimin nerede olduğunu belirleyebilmek. Dalai Lama buna sağlıklı bencillik diyor. Sağlıklı, çünkü böylesi bir koordinatta aşağı-yukarı değerlendirmesi yok. Sadece kimi kendimize ne kadar yakın ya da uzak hissettiğimizin farkında olabilmek söz konusu ki bu da zaman içinde değişimden geçebilir. Hatta geçirdiğimiz dönüşümlere göre kimileri hayatımızdan çıkabilir, yenileri girebilir. Kendimizi yakın hissettiğimiz kişilere duyduğumuz yakınlığı hissettirebilmemizi önemli buluyorum. Çünkü kültürümüzde olumsuz tepkiler daha kolay verilebildiği halde, olumlu tepkiler verme konusunda cimriyiz. Sanırım daha çok, ya karşımızdaki insan bizim olumlu tepkimize karşılık vermezse kaygısıyla. Muhtemelen yetişirken yeterince ödüllendirilmememizden ve toplumun bazı kesimlerinde sevgiyi dile getirmenin zaaf ifadesi olarak algılan ması kaygısından. Ancak böyle bir kaygıya kapılmak, diğer insandan olumlu bir karşılık alma  garantisi beklentisi demektir ve bizi yine şeyler dünyasına götürür. Dünyadaki yerimizi belirlerken bazı duygusal riskleri alacak cesareti  gösteremediğimizde, hayatımız olabileceğinden daha kuru yaşanıyor.

 

Panik Atak Panik Bozukluk Nedir?

Şimdi Ara

×